Bu kitapla Hoca'nın hiç bir zaman gülemediğim kıssalarının ardını görmeyi ümid ediyorum.
Dr. Selami Şimşek kitabını üslup olarak akademik bir çalışma tarzında dizayn etmiş. Bu bir takım sıkıcı detaylar da demek aynı zamanda : ) Delilleri incelemeyi sonraya bırakıp , kitaptan öğrendiklerimi sıralamaya başlıyorum ;
Hoca 1208 yılında Eskişehir Sivrihisarda doğmuş. Babası Abdullah efendi imam olup , vefatından sonra görevi oğlu yürütmüş. 1237-38 yılları civarında Hoca bu görevi Molla Mehmet adlı kişiye bırakarak Akşehir'e gitmiş. Yazar bunun Akşehir'in dönemdeki ekonomik ve kültürel cazibesine bağlıyor. Tasavvuf ile olan ilgisini ise Seyyid Mahmud Hayraniye intisap etmesi , yaşadığı coğrafyada bulunan zamanının sufileri ile ilişkileri ve kıssalarındaki tasavvufi öğeler ile açıklıyor .
Benim de arzum ve niyetim , müphem tarihi detaylardan çok , kıssal arın tasavvufi yönü ile tanışmaktı . Kitabın yarısına geldiğim halde devre yönelik tarihi detaylar , psikolojik , felsefi ön açıklamalar sürüyor. Bir bilim eseri bu tip süsler olmadan değer kazanamıyor olmalı . Yine de bu , Hoca'nın kıssaları gibi hülasa bir eser olsa ne hoş olacaktı .
Şimdilik şerh edilen bir kıssa var .
Hoca ahırda yüzüğünü kaybeder , dışarıda aramaya başlar . Soranlara dışarısı aydınlık bu yüzden dışarıda arıyorum der . Yazar bunu ,aranması gerekenin içimizde karanlıkta olduğu , gün ışığı rahatlık itibarı ile cezbedici olsa da gerçeği dışarıda aramanın beyhude oluşu şeklinde yorumlamış. Bu şekilde tasavvufi bir mesajı oluyor gerçekten.
Devamında İpe un serme , bana mı inanıyorsun eşeğe mi nüktelerindeki mantığa bürümeden söz ediliyor . İstenilmeyen durumlarda ferdin bir takım mantiki bahaneler bularak , kendini kurtarmak için başvurduğu davranış tarzı diğer savunma mekanizmalarında olduğu gibi , sorunun geçici bir çözümünü sağlamakla birlikte , zihnin bir kısmını tutsak ederek , algının derinleşmesine engel olur ve bunun sonucu olarak hakikate tam anlamı ile vakıf olunamaz deniyor , Hoca mantığa bürümeyi nükteleri ile eleştiriyor ve topluma ayna tutuyor.
Latifelerin tasavvufi yönlerinin açıklandığı bölümü kitabın ikinci yarısında buldum .
Tarikat konusu :
Nasreddin Hoca'ya : Her sabah halkın kimi o yana , kimi bu yana gider sebebi nedir diye sormuşlar. Hoca : Eğer hepsi aynı yöne gitseydi dünyanın dengesi bozulur , devrilirdi demiş.
Yazar bunu , Hocamız insanların farklı kabiliyet , anlayış , meslek ve yollarının ilahi bir rahmet , lütuf ve mağfiret olduğuna işaretle , hak ve hakikate giden yolların sayısının " insanların nefisleri adedince " olduğunu dolaylı olarak söylemektedir şeklinde şerh ediyor.
Mürşid :
Tasavvufta hakikat yoluna giren bir insanın iradesini bir mürşide tam bir teslimiyet ile teslim etmesi ardından , mürşid onun can kulağına üfürmeye , nefhetmeye başlar . Bu kamil aklımızın meryemine hakikat kelamını nefhettikten sonra akıl meryemi gebe kalır ve zamanı gelince manevi isayı doğurur . Bu duruma veled-i kalb denir.
Yazar , Nasreddin Hoca'nın eşlerine verdiği mavi boncuk mürşidin can kulağına üflediği manevi nefhi , eşleri de salikleri temsil eder diyor.
Kıssalar şerh edilirken sık sık İsmail Emre'nin yorumlarına yer verilmiş. Buraya aktarırken hangi yorum hangisine ait genellikle not düşemedim.
Hocanın eşeğe ters binmesi nüktesi İsmail Emre tarafından şöyle yorumlanmış ;
Vücudumuz merkep gibi bir binittir. Aklımız ve ahlakımız bu merkebe binmiştir. Fakat gideceğimiz yeri bilmediğimiz için aklımızın yönü maziye dönüktür.Geçtiğimiz yerleri biliriz de gideceğimiz yeri bilemeyiz. Kamil kişi salikin aklını doğru yöne çevirir. Dönmeyen kişi mürebbisini göremez. Çünkü mürebbi yol gösterici olduğu için daima öndedir." Dön namazı" gibi şeyler ile anlatılmak istenen budur. Aklın eski bildiklerini terkedip Cemalullah'a dönmesidir.
Emre ,yine bir nükteye bağlı olarak mürşidin kamilin gerekliliği konusunda ;
İnsan mürebbisinin karşısına geçecek , onun gözünden , sevgisinden gıda alacak ki istifade edebilsin. Söz veya yazı , ilmin fotoğrafıdır. İnsan fotoğrafı görmekle , fotoğrafın sahibini görmüş gibi olur mu ? diyor.
Hoca eşeğini pazara götürür , tellağa verir. Eşek her alıcıyı ısırır ve tekmeler .Tellal Hoca, bu eşek yaramaz sen bunu götür dediğinde , ben zaten onu satmaya getirmedim , neler çektiğimi herkes görsün diye getirdim demiş.
Bu nükte kitapta , nefsine yenik kişinin huysuz ve can sıkıcı olabileceği , kamil kişinin ise insanlara karşı sabır ve zahmetle davrandığı şeklinde şerh edilmiş.
Kıssalarda eşek genel olarak nefs'e tekabül ediyor. Yol boyu her gördüğü pisliği koklayan eşeğin yem torbasına akşam olunca Hoca bütün bu pislikleri dolduruyor , ne çekiniyorsun sen beğendin , ben topladım diyor. Yine bu kıssa da hayat boyu kötü işler yapan kişilerin amellerinin vakti geldiğinde boyunlarına asılacağına delalet ediyor.
Bir gün Timurlenk Nasreddin Hoca'yı cirit oynamaya davet eder. Hoca cirit alanına bir öküz sırtında çıkar . Görenler güler , Timur Hoca hiç cirite öküzle çıkılır mı ?der . Hoca da çıkılmaz elbet ama sen bunu dana iken görecektin , ardından sapanla taş yetişmezdi diye yanıtlar .
Yorumu ; insanın nefsini terbiye etmesinin genç yaşlarda daha mümkün ve kolay olduğu , yaşlanan kişinin nefsinin aşıkların at koşturduğu meydanda bir öküz gibi hantal ve uyuşuk kalabileceğidir.
Meşhur göle maya çalma nüktesini yazar kimi insanın göl gibi maya tutmasının zor olduğunu ancak mürşidin tebliğ görevini yine de yerine getirip , gerisini Allah'a havale ettiği şeklinde şerh etmiş.
Hoca dağa odun toplamaya gider , dönüşte eşeğin sırtında yüklü odunlar acaba yaş mı ,yanar mı diye düşünür , kibritle tutuşturur , sırtı yanan eşek bağırarak kaçar , Hoca ardından aklın varsa göle yat diye seslenir.
Bunun yorumu da şöyle : Bilgi kimi insanların sırtında odun gibidir , aşk ateşi ile tutuşturmak gerekir..bu hali zor bulan kişiye Hoca rahatlaması için , aşk deryasına yat , kamil kişinin gönlüne gir telkininde bulunuyor .
Hocanın kuyuda ayı görüp , çengelle çıkarmaya uğraşırken düşmesi ve sırt üstü yatarken ayı görüp oh demesi ; insan bir kuyu gibidir .Büyük kudret ( ay veya güneş ) aklımızın kuyusuna düşmüştür. Kamil kişi kuyudaki ayı çıkarmak için türlü güçlük çeker , mürşidlerini masiva kuyusundan almaya çalışır.
Eskiyen ayı kırpıp yıldız yaparlar derken de fenafillaha eren kamil kişilerin yıldızlaşması ifade ediliyor.
Hocaya rüyasında 9 akçe verirler , o 10 olsun diye ısrar eder. Uyanır , eli boş. Tekrar gözlerini kapatır , peki getirin 9 olsun der . Bunu yorumundan çok nüktesi ile sevdim : )
Nükteleri okudukça ise Hoca'yı daha çok sevdim. Hırsız utanmasın diye dolaba saklanmasını , insanların ayıplarını örtmesini , merhametini , sevecenliğini..
İlerledikçe bütün kıssaları buraya aktaramayacağımı farkettim.İtiraf etmeli ki çoğu yorumu zorlama buldum . Kıssalar şerh edilirken tasavvufi terim ve ifadelere sıkça yer veriliyor . Daha çok bunları not etmek istiyorum .
Erbain : 40 gün konuşmadan , uyumadan , zaruret bulunmadıkça yemeden , zikr ve tefekkürler meşgul olunarak tamamlanan çile. Bu süreyi başarı ile tamamlayan erbain sayılır .
Zubde-i alem : İnsan Cenab-ı Hakk'ın cemal ve celal sıfatlarının müştereken tecelli ettiği alemin özü bir varlıktır . Ruh cemal sıfatının , nefs celal sıfatının bir tecellisi olarak kabul edilir.
Raks : Kıyam zikri , deveran , hadra , ızdırap , sallanmak.
Cer : Eskiden medrese talebelerinin mübarek üç aylarda köy ve kasabalara dağılıp , halka dini öğütlerde bulunması , namaz kıldırması veya müzezzinlik yapması , bu sebeple de halkın talebeleri ayni ve nakdi yardımda bulunması .
İsar : Kişinin fayda sağlama , zarardan korunma konusunda başkalarını kendine yeğ tutması . Malının bir kısmını veren seha , çoğunu veren cud , başkasını kendine tercih eden isra sahibidir.
İrşadın 3 yolu : Seyahat , sohbet , halvet .
Kil u kal : Aşksız , cansız ilim . Medrese ilmi.
Fakr : Salikin hiçbir şeye malik ve sahip olmadığının şuurunda olması , her şeyin
gerçek sahibinin Allah olduğunu bilmesi
Fakrı manevi : Kişinin kendisini mutlak surette Hakk'a muhtaç bilmesi , katında
varlıklı ve yoksul olma hallerinin bir ve eşit olması , olunca şımarmaması ,
olmayınca üzülmemesi.
Kalbi selim : İçinde Allah'tan başkasına yer bulunmayan kalp
Terki dünya : Zahid bütün dünya nimetlerini ahiret için terkeder
Terki ukba : Arif cenneti ve oradaki nimetleri , ilahi cemali seyr için terkeder
Terki hesti : Salik kendi benliğini terkederek Hak'ta fena olur
Terki terk : Kamil kişinin zihninde terk kalmaz
Tevekkül başlangıç , teslim orta , rıza ise son mertebedir. Tevekkül müminin sıfatıdır , teslimiyet velilerin , tevfiz ise tevhidi gerçekleştirenlerin.
Tasavvufta mertebeler : Tövbe , vera , zühd , fakr , sabr , tevekkül , rıza .
Cem : Derlemek , toplamak , birleştirmek , Halıkı var görerek mahlukatı yok görmek
Deryayı muhit : Mutlak varlık
Deryayı vahdet : Birlik denizi , Zat-ı Kibriya'nın tecelli etmesi
Fark : Kulluk sıfatı ile Hakkı ve halkı ayrı varlıklar olarak müşahade etmektir
Fark-ı evvel : Halkın Hakk'ı görmeye engel ve perde olması
Fark-ı sani ( Fark bad'e'l cem ) : Vahdette kesreti , kesrette vahdeti müşahade etmek , halkın Hakk sayesinde varolduğunu idrak etmek , salikin Allah için , Allah ile dönüşü
Sekr : Sarhoşluk , kendinden geçmek , ruhi zevk almak
Sahv : Temkin , şuur , sekr halinden uyanmak
Sekr ve cezbe ağırlıklı anlayışın temsilcisi Beyazıd Bistamidir. Mevlana , Yunus Emre , Niyazi Mısri de bu anlayıştatır. Sahvı savunan sufiler Cüneyd Bağdadi , Kuşeyri , Gazzali..
Edeb :
Ehl-i irfan meclisinde aradım kıldım taleb
İlim en geridedir , illa edeb , illa edeb
**
Edeb bir tac imiş nur-ı Hüda'dan
Giy o tacı emin ol her beladan
Üzerinde düşünmek istediğim bir cümle de şu : Bütün dünya bir kerpiç ( toprak ) parçasıdır
Kitabın bir yerinde kızı için 40 deve yükü altın isteyen bir veliye 40 deve yükü toprak gönderildiğini anlatılıyordu , bunun anlamını idrak ve takdir eden abba kızını hemen verir.
Hoca da benzer bir nüktede küplerini toprak ile doldurup , altını olanlar gibi damına bayrak asıyor .
Bu dünya canlı ölülerin kabristanıdır sözü de üzerinde düşünmeye değer. Hakikate ermemiş insanlar ölüler olarak düşünülüyor .
Allah bir insanın göğsünde iki kalp yaratmamıştır ayeti , sufilerce bir kalpte hem Allah hem dünya sevgisi bulunmayacağı şeklinde yorumlanmış. Dünya mallarının Allah ile arada perde vasfından söz ediliyor .
Cüneyd Bağdadi - Biz tasavvufu kil u kal ile değil , açlık ve dünyayı terk etmekle , nefsin ve tabii arzularun hoş gördüğü şeyleri alakayı keserek elde ettik demiş.
Hz. Peygamberimiz ise şu dört şey dünya malı dışındadır diyor ; karnı doyuran lokma , avret yerini örten giysi , başını sokacak bir yuva ve saliha bir eş .
Kitapta siyah rengin tasavvufi açıdan gizli anlamları olduğuna değiniliyor.Siyahi ifadesi ile zat-i Hakk kastedilerek , karanlıkta hiç bir şey birbirinden ayırt edilemediği gibi Hakk'ın zatında da hiç bir şey birbirinden ayırt edilemez deniyor.
Nefs mertebelerinden biri olan nefsi mutmainne'nin menzilinin nur rengi de siyah imiş.
Kitabın insanı kamili anlatan bölümünde , insanı kamil hilkatte O'nun zatının aynıdır , bu kamil insanlara secde yapmak hakikatta secde-i Hakk'tır deniyor. İşte kolay hazmedilemeyecek bir düşünce .
24 Nisan 2009 Cuma
16 Nisan 2009 Perşembe
Beyaz Kale -Orhan Pamuk
Bir yazarın bütün eserlerini okumayı severim..Orhan Pamuk 10 yıl öncesinde "bütün kitaplarını " okuduğum bir yazardı . Dönüp baktım , kimini unutmuşum , yeniler içinde atladıklarım da var. Tamamlasam fena olmaz .
Eskiden daha iyi yazdığını düşünerek , eskilerden biri ile başlıyorum .
***
Kitap bitti notları - 24 Nisan
Yanılmamışım ..yıllar öncesinden hayal meyal aklımda kalmış bu hikaye son romandan daha güzel.
Birilerinin zengin tarihine yaslanıp öyküler yazmasından daha doğal ne olabilir. Bu öykü böyle bir öykü..hatta masal.
Masalın içinde sosyoloji , psikoloji , hatta politika yok mu var . Orhan Pamuk besbelli özlüyor eskiyi. Ya da yazarken özlüyordu. Karakterlerine Osmanlı'nın yıkılacağını öngördürürken gelecekteki insanları korkunç olarak nitelemesi bugüne güzel bir eleştiri.
" Yıkımdan imparatorluğun elindeki ülkeleri birbir kaybetmesini mi anlıyorduk? Haritalarımızı masanın üzerine yayar, önce hangi ülkenin, sonra hangi dağlarla hangi nehirlerin elden çıkacağını hüzünle saptardık. Yoksa, yıkım, insanların ve inançların farkına varmadan değişmesi anlamına mı geliyordu? Bütün İstanbulluların bir sabah sıcak yataklarından başka birer insan olarak kalktıklarını düşlerdik; elbiselerini nasıl giyeceklerini bilemiyorlar, minarelerin neye yaradığını hatırlamıyorlardı. Belki de yıkım, ötekilerin üstünlüğünü görerek onlara benzemeye çalışmak demekti: O zaman, bana Venedik'teki hayatımdan bir parça anlattırır, sonra, buradaki tanıdıklardan bazılarının başlarında şapkalar, ayaklarında pantolonlarla benim anılarımı yeniden yaşadıklarını düşlerdik."
Roman kahramanı , yazarın deyişi ile " gelecekteki o korkunç insanların, o korkunç dünyalarıyla oyalanabilmek, hayallerimin tadını çıkarmak için hikâyeler yazıyor "
Bunu yapanın aslında yazar olduğu ne açık.
Son bölümü özellikle ilginç buldum . Şimdiye kadar yazdığı hikayeyi neden ve nasılı ile açıklayan bir yazar görmemiştim . Amatör heyecanına mı vermeli ? artık O da açıklama yapmayanlar arasına katıldı. Buna Masumiyet müzesi ile ilgili bir ropörtajında şahit oldum.
Bu öykü için ise Orhan Pamuk sanki kendisine hırsız demelerinden endişelenir gibi zihninin bohçasını yerlere seriyor ..şu konuyu şurdan esinlendim , şunu da şurdan , siz sormadan söyleyeyim şeklinde : )
Kütüphaneden ödünç aldığım Beyaz Kale'nin bu son kısımları ne düşündüğünü bilemediğim biri tarafından yırtılmış. Neyse ki internette aradım buldum , yoksa kitap benim için hep eksik kalacaktı .
Eskiden daha iyi yazdığını düşünerek , eskilerden biri ile başlıyorum .
***
Kitap bitti notları - 24 Nisan
Yanılmamışım ..yıllar öncesinden hayal meyal aklımda kalmış bu hikaye son romandan daha güzel.
Birilerinin zengin tarihine yaslanıp öyküler yazmasından daha doğal ne olabilir. Bu öykü böyle bir öykü..hatta masal.
Masalın içinde sosyoloji , psikoloji , hatta politika yok mu var . Orhan Pamuk besbelli özlüyor eskiyi. Ya da yazarken özlüyordu. Karakterlerine Osmanlı'nın yıkılacağını öngördürürken gelecekteki insanları korkunç olarak nitelemesi bugüne güzel bir eleştiri.
" Yıkımdan imparatorluğun elindeki ülkeleri birbir kaybetmesini mi anlıyorduk? Haritalarımızı masanın üzerine yayar, önce hangi ülkenin, sonra hangi dağlarla hangi nehirlerin elden çıkacağını hüzünle saptardık. Yoksa, yıkım, insanların ve inançların farkına varmadan değişmesi anlamına mı geliyordu? Bütün İstanbulluların bir sabah sıcak yataklarından başka birer insan olarak kalktıklarını düşlerdik; elbiselerini nasıl giyeceklerini bilemiyorlar, minarelerin neye yaradığını hatırlamıyorlardı. Belki de yıkım, ötekilerin üstünlüğünü görerek onlara benzemeye çalışmak demekti: O zaman, bana Venedik'teki hayatımdan bir parça anlattırır, sonra, buradaki tanıdıklardan bazılarının başlarında şapkalar, ayaklarında pantolonlarla benim anılarımı yeniden yaşadıklarını düşlerdik."
Roman kahramanı , yazarın deyişi ile " gelecekteki o korkunç insanların, o korkunç dünyalarıyla oyalanabilmek, hayallerimin tadını çıkarmak için hikâyeler yazıyor "
Bunu yapanın aslında yazar olduğu ne açık.
Son bölümü özellikle ilginç buldum . Şimdiye kadar yazdığı hikayeyi neden ve nasılı ile açıklayan bir yazar görmemiştim . Amatör heyecanına mı vermeli ? artık O da açıklama yapmayanlar arasına katıldı. Buna Masumiyet müzesi ile ilgili bir ropörtajında şahit oldum.
Bu öykü için ise Orhan Pamuk sanki kendisine hırsız demelerinden endişelenir gibi zihninin bohçasını yerlere seriyor ..şu konuyu şurdan esinlendim , şunu da şurdan , siz sormadan söyleyeyim şeklinde : )
Kütüphaneden ödünç aldığım Beyaz Kale'nin bu son kısımları ne düşündüğünü bilemediğim biri tarafından yırtılmış. Neyse ki internette aradım buldum , yoksa kitap benim için hep eksik kalacaktı .
14 Nisan 2009 Salı
Ağlayan dağ susan nehir - Ayşegül Devecioğlu
Bu okumaya başlayıp yarım bıraktığım , nice sefer zorlayıp nihayet bitirebildiğim bir kitap . Doğrusu öyküye ilk başladığımda anlatım , özellikle bazı ifadeler çok hoşuma gitmişti , "hikayesini gerçeğe teslim etmek değil , hikayesi ile gerçeği teslim almaktı " yazarın amacı.
Pembe kalemimle çizdim bazı satırların altını. Ama öykü ilerledikçe en başta çizmeme hiç gerek olmadığını çünkü benzer ifadelerin öykünün sonuna kadar "yakadan düşmez " şekilde bana eşlik edeceğini anladım.
Ayşegül Devecioğlu kendi yaşamış olduğu için aklı ve hayali öyküdeki eksik yönleri tamamlıyor olabilir ..ama dışarıdan bakınca Çingenenin öyküsünü köklerinin tüm gizemi ile birlikte anlatmayı ne kadar canı gönülden istemiş olduğunu anlayabiliyoruz yalnızca .
Bunun yerine çocukluk anılarını , kitap için yaptığı araştırmaları , gezileri , katıldığı sempozyumları , tanıştığı kişileri görüyoruz.
Taneler erimemiş..hadi erimesin kalsın , bir kaç kuvvetli cümlenin sırtında tekrarlar ile yol alınmış.
Anlatabilmek istediği büyü çok uzakta ..belkide sadece çingeneler anlatabilir bu büyüyü..gözleri , sözleri ya da şarkılarıyla...
Pembe kalemimle çizdim bazı satırların altını. Ama öykü ilerledikçe en başta çizmeme hiç gerek olmadığını çünkü benzer ifadelerin öykünün sonuna kadar "yakadan düşmez " şekilde bana eşlik edeceğini anladım.
Ayşegül Devecioğlu kendi yaşamış olduğu için aklı ve hayali öyküdeki eksik yönleri tamamlıyor olabilir ..ama dışarıdan bakınca Çingenenin öyküsünü köklerinin tüm gizemi ile birlikte anlatmayı ne kadar canı gönülden istemiş olduğunu anlayabiliyoruz yalnızca .
Bunun yerine çocukluk anılarını , kitap için yaptığı araştırmaları , gezileri , katıldığı sempozyumları , tanıştığı kişileri görüyoruz.
Taneler erimemiş..hadi erimesin kalsın , bir kaç kuvvetli cümlenin sırtında tekrarlar ile yol alınmış.
Anlatabilmek istediği büyü çok uzakta ..belkide sadece çingeneler anlatabilir bu büyüyü..gözleri , sözleri ya da şarkılarıyla...
11 Nisan 2009 Cumartesi
Olasılıksız - Adam Fawer
Bilimin popülerleşmesi benim sevdiğim bir şey ..bir aksiyon filmi kadar sürükleyici olan kitapta olasılık teorisi ve kuantum fiziği ile ilgili bir çok detay var ..Laplace'in şeytanını ..determinizmi ...kelebek etkisini , hızla akan öykünün arkaplanındaki karelerde yakalamak gerekiyor.
Yazara evrim teorisine bakışımı özetlediği için teşekkür etmem gerek ;
" İnsanın genetik yapısında 3,2 milyonu aşkın nükletoid baz vardır . Bunların arasında belli bir ortam içinde bir insanın fiziksel özelliklerini amaçlı bir şekilde yeniden programlayan kimyasal yapılar olmadığı ne malum ? "
Kitapta sözü geçen entropi , eşyayılım kanunu da ilgimi çekti ;
" İkisi de aynı ısıda olana dek , diğerine göre daha sıcak bir varlıktan ısının daha soğuk olana doğru akması "
Ancak en güzeli modern fiziğin teorilerini basit örnekler içinde bulmak oldu.
“ Bildiğin gibi maddeyi oluşturan 12 Quark ve 12 leptondan bizim evrenimizde sadece bir kaçı var . Geri kalanları ya yok , ya da bir nanosaniye içinde yok oluyorlar. Ama bir çok fizikçi bunları başka evrenlerde – paralel evrenlerde , ya da nonlokal gerçeklerdfe – bizmkiyle aynı anda varolan bir evrende , bizimkilerle birlikte varolduklarını düşünüyorlar . Ancak bu paralel evrenlerde bizimkinde olan quark ve leptonlar değil de başka quark ve neptonlar var . “
Öykü doğuş itibarı ile bildiğimiz ( bebeğin anne sütünü emmesi , balığın yumurtadan çıkıp yüzmesi , vs. ) bilgileri Jung’un toplu bilinçaltı fikrine bağlıyor.
Maddenin aslı ve düşünce enerjidir ve bütün düşünceler , olaylar ve hayatlar aslında birbirleri ile ayrılmaz biçimde bağlıdır.
Doğu dinlerinde yüzyıllardır bilinen " evrenin aslı enerjidir " , “ben, sen yok , hepimiz biriz " fikirlerinin de toplu bilinçaltından edinildiği düşüncesi var.
Hepimiz istisnasız fizik kurallardan etkileniyoruz ve her eylemimizle başkalarını da etkileyecek bir enerji dalgalanması oluşturuyoruz. Bir yandan okurken şunlar zihnimde canlandı ; Zamanın göreceli olması , Allah’ın evvel ve ahir oluşunu açıklıyor ..Konumların göreceliliği , Allah’ın mekansız ve bedensizliğini.. Kitapta evrendeki bütün koşulları bilen bir bilgisayarın bu koşullardan etkilenen geçmiş ve geleceği bilmesini gerektireceği tezi var ..Allah’ın ilminin sınırsız oluşuna ne iyi tekabül ediyor.. keşfedilen bilimsel gerçekler bir inkar edilemez bir açıklıkla dinin lehinde yer alıyor bence .
Zamanın göreceliği hakkında kitaptaki örnek ; Işık hızına yakın bir hızdaki rokette yolculuk eden kişinin , dünya üzerindeki zamanda yaşayan kişiye göre daha yavaş yaşlanması , zaman konusunu daha iyi anlamamı sağladı.
“Işık hızından hızlı olan tek şeyin düşünce hızıdır . Partiküller ışık hızına yaklaştıkça zaman yavaşladığı için duranlara göre bilinçsiz bir zihnin sonsuz olduğunu söyleyebiliriz .Yani bir anlamda , zaman diye bir şey yok . “
Öyküde ana karakter temporal lobundaki bir extremite ve deneysel ilaçlar sayesinde , toplu bilinçaltına ulaşabiliyor ..yani sonsuz bilgiye ..Evreni , hayatları , düşünceleri , bütün olasılıkları , geçmiş ve gelecekleri ile ve paralel evrenlerdeki konumları ile görüp , seçimleri ile geleceği belirleyebiliyor. Bir anlamda Laplace’in şeytanı oluyor. Bu kurgusal kısımlar hariç pek çok şey bilimsel tezlerle öyle tutarlı ki , nadir uyumsuzluklarda şaşırdım.
Örneğin öyküde De Ja Vu’ nun psişik bir kabiliyet olarak ima ediliyor. Anı önceden yaşamış gibi olmak , toplu bilinçaltının izi gibi yansıtılmış. Oysa bilimsel bir makalede De Ja Vu ‘nun beynin şimdiyi algılayan ve geçmişi depolayan sinirleri arasındaki elektrik aktiviteden , etkileşimden kaynaklı bir yanılsama olduğunu okumuştum.
Kitabı genel olarak çok beğendim. Belki bir tek eleştirim olur , o da Şizofreninin aydınlanma gibi gösterilme karmaşası ..Tübitak'a yazıp şizofrenlerin gerçekte bu tip kabiliyetleri olup olmadığını soran bir kişi gördüm..büyük ihtimal kendi bu hastalığı yaşıyor..onun açısından bakıldığında sanrılarını tetikleyici bir unsur olmuştur..hastalıklar romanlar'a meze edilmeye ne kadar müsait acaba ? özellikle bir çok hasta bu hikayeleri alıp okuyorken..
Yazara evrim teorisine bakışımı özetlediği için teşekkür etmem gerek ;
" İnsanın genetik yapısında 3,2 milyonu aşkın nükletoid baz vardır . Bunların arasında belli bir ortam içinde bir insanın fiziksel özelliklerini amaçlı bir şekilde yeniden programlayan kimyasal yapılar olmadığı ne malum ? "
Kitapta sözü geçen entropi , eşyayılım kanunu da ilgimi çekti ;
" İkisi de aynı ısıda olana dek , diğerine göre daha sıcak bir varlıktan ısının daha soğuk olana doğru akması "
Ancak en güzeli modern fiziğin teorilerini basit örnekler içinde bulmak oldu.
“ Bildiğin gibi maddeyi oluşturan 12 Quark ve 12 leptondan bizim evrenimizde sadece bir kaçı var . Geri kalanları ya yok , ya da bir nanosaniye içinde yok oluyorlar. Ama bir çok fizikçi bunları başka evrenlerde – paralel evrenlerde , ya da nonlokal gerçeklerdfe – bizmkiyle aynı anda varolan bir evrende , bizimkilerle birlikte varolduklarını düşünüyorlar . Ancak bu paralel evrenlerde bizimkinde olan quark ve leptonlar değil de başka quark ve neptonlar var . “
Öykü doğuş itibarı ile bildiğimiz ( bebeğin anne sütünü emmesi , balığın yumurtadan çıkıp yüzmesi , vs. ) bilgileri Jung’un toplu bilinçaltı fikrine bağlıyor.
Maddenin aslı ve düşünce enerjidir ve bütün düşünceler , olaylar ve hayatlar aslında birbirleri ile ayrılmaz biçimde bağlıdır.
Doğu dinlerinde yüzyıllardır bilinen " evrenin aslı enerjidir " , “ben, sen yok , hepimiz biriz " fikirlerinin de toplu bilinçaltından edinildiği düşüncesi var.
Hepimiz istisnasız fizik kurallardan etkileniyoruz ve her eylemimizle başkalarını da etkileyecek bir enerji dalgalanması oluşturuyoruz. Bir yandan okurken şunlar zihnimde canlandı ; Zamanın göreceli olması , Allah’ın evvel ve ahir oluşunu açıklıyor ..Konumların göreceliliği , Allah’ın mekansız ve bedensizliğini.. Kitapta evrendeki bütün koşulları bilen bir bilgisayarın bu koşullardan etkilenen geçmiş ve geleceği bilmesini gerektireceği tezi var ..Allah’ın ilminin sınırsız oluşuna ne iyi tekabül ediyor.. keşfedilen bilimsel gerçekler bir inkar edilemez bir açıklıkla dinin lehinde yer alıyor bence .
Zamanın göreceliği hakkında kitaptaki örnek ; Işık hızına yakın bir hızdaki rokette yolculuk eden kişinin , dünya üzerindeki zamanda yaşayan kişiye göre daha yavaş yaşlanması , zaman konusunu daha iyi anlamamı sağladı.
“Işık hızından hızlı olan tek şeyin düşünce hızıdır . Partiküller ışık hızına yaklaştıkça zaman yavaşladığı için duranlara göre bilinçsiz bir zihnin sonsuz olduğunu söyleyebiliriz .Yani bir anlamda , zaman diye bir şey yok . “
Öyküde ana karakter temporal lobundaki bir extremite ve deneysel ilaçlar sayesinde , toplu bilinçaltına ulaşabiliyor ..yani sonsuz bilgiye ..Evreni , hayatları , düşünceleri , bütün olasılıkları , geçmiş ve gelecekleri ile ve paralel evrenlerdeki konumları ile görüp , seçimleri ile geleceği belirleyebiliyor. Bir anlamda Laplace’in şeytanı oluyor. Bu kurgusal kısımlar hariç pek çok şey bilimsel tezlerle öyle tutarlı ki , nadir uyumsuzluklarda şaşırdım.
Örneğin öyküde De Ja Vu’ nun psişik bir kabiliyet olarak ima ediliyor. Anı önceden yaşamış gibi olmak , toplu bilinçaltının izi gibi yansıtılmış. Oysa bilimsel bir makalede De Ja Vu ‘nun beynin şimdiyi algılayan ve geçmişi depolayan sinirleri arasındaki elektrik aktiviteden , etkileşimden kaynaklı bir yanılsama olduğunu okumuştum.
Kitabı genel olarak çok beğendim. Belki bir tek eleştirim olur , o da Şizofreninin aydınlanma gibi gösterilme karmaşası ..Tübitak'a yazıp şizofrenlerin gerçekte bu tip kabiliyetleri olup olmadığını soran bir kişi gördüm..büyük ihtimal kendi bu hastalığı yaşıyor..onun açısından bakıldığında sanrılarını tetikleyici bir unsur olmuştur..hastalıklar romanlar'a meze edilmeye ne kadar müsait acaba ? özellikle bir çok hasta bu hikayeleri alıp okuyorken..
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)